Geçen hafta için esasında tamamen farklı bir konuyla ilgili yazıyordum ki birdenbire dişil ve eril enerji, Dünya’da ve Türkiye’de kadın olmak, erkek olmak, aslında günümüzde insan olabilmek üzerine düşünceler içimi doldurmaya başlayınca yazımın konusunu değiştirmeye karar verdim. İtiraf etmeliyim, evren de günler boyu karşıma çıkan mesajlar, paylaşımlar, şarkılarla beni biraz cesaretlendirdi. Haliyle yazı bir hafta gecikti. Olsun. Bugüneymiş. O zaman başlayalım…
Kadınlar şöyle, erkekler böyle… İçinde yaşadığımız üçüncü boyuta ait dualite dünyasının ve onu yüzyıllardır yöneten eril sistemin yarattığı toplumsal cinsiyet ayrımcılığının yansımaları, yanılsamaları… Kabul, fiziksel ve biyolojik olarak farklı özelliklere sahibiz. Ne var ki farklı olmak demek birinin diğerinden daha üstün ya da daha zayıf olduğu anlamına gelmiyor. Ve bütünselliğin dansına aşık doğamızı hatırlayamadığımız her an hayat her iki cins için de zorlaşıyor. Çünkü derinlerde bir yerde biliyoruz ki bir elmanın iki yarısı değil de yaşam ağacının farklı tatlardaki meyveleriyiz. Düşünsenize, bir dişinin ve bir erkeğin birlikteliğiyle dünyaya her an yepyeni hayatlar geliyor. Beraber mucizeler yaratıyoruz. Sadece farkında değiliz. Aklın ve mantığın süzgecinde takılıp kalıyoruz.
Görünen o ki çok uzun zamandır sadece sol (eril - analitik) beynimizi kullanarak, sağ bacaklarımızın üzerinde, sağ kollarımızla sanki bedenlerimizin diğer yarısı felçliymişçesine yaşıyoruz. Her iki cins olarak dişil enerjinin en güçlü yanları olan sezgilerimizi, duygularımızı, hayal gücümüzü, şefkat ve empatiyle orta yolu bulma, çözüm yaratma yeteneklerimizi baskılıyoruz. Bizlere bahşedilen muhteşem yeteneklerimizin yarısından çoğunu yok sayıyor, doğamıza aykırı, sıkışık hayatlarımızla var olma mücadelesi veriyoruz.
Haliyle yoruluyoruz, hırslanıyoruz, öfkeleniyoruz, inciniyoruz, savaşıyoruz, hastalanıyoruz. Sadece ülkemizde değil tüm dünyada giderek artan kaygı bozukluğu, kanser, alzaymır, demans vakaları, kalp ve beyin rahatsızlıkları, MS gibi otoimmün hastalıkları, intiharlar, aile içi şiddet olayları, kadın cinayetleri… Hastalıktan olmazsa da ya kendimizi ya da birbirimizi öldürüyoruz. Genç nesil, bizlerin yaşadığı hayatlara bakıp tükenmişliklerimize şahit oldukça derin bir umutsuzluğa kapılıyor. Tüm sisteme meydan okurcasına sadece kendileri olarak yaşamak istiyorlar; onlardan beklenildiği gibi değil. İş hayatının modern köleliğine, savaşlara, ayrımlara karşılar. Aslında olması gerekeni bizlere de hatırlatıyorlar. Sadece hayatta kalmak için, son nefese kadar mücadele içinde yaşamayı değil, insanca yaşamayı arzuluyorlar.
Hem kendimiz hem de gelecek nesiller için gerçekten anlamlı ve sağlıklı bir yaşama sahip olmayı arzuluyorsak artık doğaya kulak verip onun bizlere hep öğretmeye çalıştığı denge, uyum ve iş birliği yasalarını, bütünsel bir yaşamı dünya insanlığı olarak kucaklamamızın zamanı. Henüz yeni yeni tanışmaya başladığımız ve 20 sene boyunca bizlere eşlik edecek Kova çağının da bu niyetlerimize destek olacağını umuyorum. Ne de olsa en son 1778 - 1798 yılları arasında dünyamızı etkisi altına aldığında Fransız devrimiyle beraber pek çok farklı uyanışa vesile olmuş. Bu çağın yüksek uyanış ve dönüşüm enerjilerini öncelikle bireysel farkındalığımızı arttırmak ve içsel dengemizi sağlamak adına şahane bir fırsat olarak değerlendirmemiz gerektiğine inanıyorum. Hermes’in mikrokozmos ve makrokozmos ilişkisinin gücünü bizlere anlatan, “Yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır” sözünü hatırlamanın tam zamanı sanırım. Hep konuşuyoruz, her şey enerji, yani frekans. Evrenin her bir parçası birbirine bağlı. Kendimizi etrafımızdakilerden ayrı düşünmemiz sadece dünyevi bir algı yanılması. Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, cinsiyetimiz, dilimiz, inancımız, derimizin rengi ne olursa olsun hepimiz sadece İNSANIZ. Birimizdeki sıkıntı farkında olsa da olmasak da hepimizi etkiliyor. Kahkahalarımız gibi üzüntülerimiz de bulaşıcı. Aslında kolektif bir bilinci deneyimliyoruz. Hem ondan besleniyoruz hem de onu besliyoruz. Devasa bir bedeni meydana getiren ve yaşamasını sağlayan mini minnacık hücrelerden pek de bir farkımız yok. İşlevlerimiz, yapılarımız farklı olsa da hepimiz aynı amaç için çalışıyoruz; sevgi dolu, mutlu ve sağlıklı bir yaşam.
Temelini doğanın denge, uyum ve iş birliği yasalarından alan, Çin felsefesinin Yin Yang prensibi asırlardır insanlığa o hep arzulanan yaşama ulaşmanın sırrını anlatıyor; dişil ve eril enerjinin dengesi. Yin, dişi, karanlık, soğuk, pasif. Yang, eril, aydınlık, sıcak, aktif. İkisinin birleşimi yaşam enerjisi Chi’yi oluşturuyor. Tüm bedenimizi kaplayan meridyenler kanalıyla bizleri hayatta tutmak için akıyor. Zihinsel, ruhsal ve bedensel yaşadığımız tüm sıkıntılar aslında bu dengenin bozulduğunu, içimizdeki yaşam gücünün akışının bir yerlerde sekteye uğradığını bizlere bildiriyor. Böyle durumlarda hemen başvurduğumuz medikal ilaçlarsa sadece semptomlarımızı baskılayıp güne devam etmemizi sağlıyor ancak asla kalıcı bir çare olmuyor. Kendimizi dinlemeye direndiğimiz her an sağlıksız bir kısır döngünün içinde dönüp duruyoruz.
Hadi, basit bir örnek üzerinden gidelim. Kışın neden daha çok hastalandığımızı biliyor musunuz? Soğuktan olmadığını söyleyebilirim. Kış mevsiminde doğada neler yaşanıyor şöyle bir düşünelim. Ağaçlar, bitkiler yapraklarını döküyor, kurumaya yakın bir hale bürünüyorlar. Sürüngenler toprağın altına, ayılar mağaralarına derin bir uykuya çekiliyorlar. Kuşların çoğu ılıman iklimlere göç ediyor. Memeliler daha sonbahardan beslenme düzenlerini değiştiriyor, daha yağlı, besin değeri daha yüksek yiyecekleri yeme sıklıklarını arttırıyorlar ki gelecek soğuk günlere karşı enerjilerini koruyabilsinler. Uzun yıllardır doğanın içinde yaşamaktan artık kışın soğuk mu yoksa ılıman mı geçeceğini gerek bitkilerden gerekse beslediğim sokak hayvanlarından anlıyorum. Mesela kediler, daha sık, daha fazla mama tüketiyorlarsa ve derileri kalınlaşıyorsa dondurucu soğuklar geliyor demek.
Peki, biz ne yapıyoruz? Fiziksel ısınmamızı sağlayacak dış kaynaklı yöntemlerle ilgilenmekten fazlasını yapmıyoruz. Yoğun tempolu yaşam tarzımıza devam ediyoruz. Haliyle bağışıklık sistemimiz yok saydığımız Yin enerjisini kaldıramıyor. Bedenlerimiz de hastalığa sebep olacak tüm dış etkenlere açık hale geliyor. İçsel enerjimiz dengesini kaybettikçe duygusal olarak da daha hassas ve kırılgan oluyoruz. Bizlerin de kışın daha fazla uykuya, dinlenmeye, enerjimizi yüksek tutacak besinler tüketmeye, ruhumuzu, bedenimizi dinlemeye, hissetmeye ihtiyacımız var. Oysa mekanik bir düzenin paslanmaz çelik parçalarıymışçasına debelenip duruyoruz.
Kısacası, makine değil de sadece maddesel bir dünyayı deneyimleyen enerji varlıkları olduğumuzu yeniden kendimize hatırlatmamızın vakti geldi de geçiyor. Kova çağı da asırlardır hayatta kalmamıza, yapılması gerekenler listemize destek veren aklımızın, mantığımızın kaynağı olan eril gücümüzün üzerindeki yükü sağduyumuzun, yaratıcılığımızın kaynağı olan dişil gücümüzle paylaşabilmemiz ve hak ettiğimiz dengeli, şifa dolu bir yaşama kavuşabilmemiz için bizleri tüm gücüyle destekliyor.
Zaman uyanış zamanı… Sevgiyle, şefkatle kendimize, birbirimize, yaşama yeniden sarılma zamanı…
Yüreğimden geçenleri ustalıkla kelimelere döküvermişsin dostum, teşekkür ederim. Birilerine değişip dönüşmenin önemini ve anlamını aktarmak istediğimde öncelikle bu yazını okutacağım. Teşekkür ederim ve sen hep yaz lütfen. Muhabbetle...
İçimi sevgi ve ışıkla dolduran bu güzel yazınız icin teşekkür ederim. Hayat, evrensel yasalarıyla ve doğayla bir bütün oluşturuyor. Doğaya, doğanın yin yang dengesine ne kadar çok uyarsak, sağlık mutluluk ve huzur bizlerle oluyor. Eksik, tek yönlü yaşamak yerine; bütünü, dengeyi, birlikteliği seçmeliyiz. Haklısınız.
Kova çağının dünyamıza güzellikler, yenilikler getirmesini diliyorum. 🙏🌸❤️