Yazının başlığından da anlayacağınız üzere bu haftaki konumuz maalesef toplumumuzun neredeyse her köşesine sızmış olan “öfke ve saldırganlık”. Günlük hayatımızda birebir deneyimlemesek bile haberlerde, sosyal medyada cinayete kadar varan boyutlarıyla dahi her gün karşılaşıyoruz. Görünen o ki keskin sirkemiz sadece küpümüze zarar vermenin ötesine geçiyor.
Peki, bu öfke nereden geliyor?
Öfke, aslında kendimizi sözel olarak ifade edemediğimiz, etrafımızdaki tehlikelere karşı kendimizi koruyamadığımız bebeklik ve çocukluk dönemlerinde, bu dünyadaki varlığımızı göstermemiz, hayatta kalmamız için gerekli olan bir savunma mekanizmadır. Rahatsız edildiğimizde, saldırıya uğradığımızda, amacımıza ulaşmak isterken engellendiğimizde, en basit haliyle kendimizi çaresiz hissettiğimiz anlarda içgüdüsel bir tepki olarak öfkeleniyoruz.
Bir bebek düşünelim, hoşuna gitmeyen ya da canını acıtan bir davranışla karşılaştığında bağırır, ağlar, elleri, kolları ve bacaklarıyla vurmaya çalışır. Bilincimizin devreye girmesi ve kendimizi özellikle sözel olarak ifade etme becerilerimizi kazanmaya başladığımız anlardan itibaren de bu içgüdüsel savunma mekanizmamızı ebeveynlerimizden, çevremizden öğrendiğimiz haliyle kontrol etmeye, farklı şekillerde dışarı yansıtmaya başlarız. Kısaca geliştirdiğimiz bu davranış yöntemlerimiz, deneyimlediğimiz neden-sonuç ilişkileri (ödül-ceza) ve taklitle şekillenir diyebiliriz. Tüm davranışlarımızda olduğu gibi öfke duygusunu da yaşayan her bireyin saldırganlığa ve şiddete başvurmaması, farklı tepkiler vermesi bundan dolayı.
Peki, öfkelendiğimiz anlarda bedenimizde neler yaşanır?
Dr. Gabor Maté ‘Vücudunuz Hayır Diyorsa’ kitabının öfkeyle ilgili olan bölümünde bir Woddy Allen filminin karakterinin konuşmasını alıntılar; “Ben hiç öfkelenmem, onun yerine vücudumda tümör yaratırım.”
Biraz ağır bir başlangıç olarak düşünebilirsiniz ne var ki doğruluk payı da oldukça yüksek. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi hissettiğimiz her duygunun bedenimizde farklı kimyasal yansımaları, etkileri oluyor. Öfke gibi oldukça güçlü ve stres yaratan bir duygu da sempatik sinir sistemimizi faaliyete geçiriyor, adrenalin, kortizol gibi stres hormonlarını salgılamaya başlıyor ve kan akışını hayati organlarımızdan çekip savaş-kaç moduna bizi hazır hale getirmeye çalışıyor. Bağışıklık sistemimiz devre dışı kalıyor. Damarlarımız daralıyor. Tansiyonumuz yükseliyor. Kalbimize giden oksijen miktarı azalıyor. Stres hormonlarıyla yükselen lipit seviyesi pıhtılaşma yaratarak atardamarlarımızda tıkanma riski oluşturuyor. Bu kadar ağır bir sürece maruz kalma süremiz ve sıklığımız arttıkça bedenimizin bizleri sağlıklı bir şekilde hayatta tutma becerisi de azalıyor maalesef.
Dr. Gabor Maté, etrafına uzun süre düşmanca hisler besleyen kişilerin koroner ve yüksek tansiyon rahatsızlıklarını yaşama eğilimlerinin diğerlerine göre daha yüksek olduğunu belirtiyor. Bunlara ek olarak, bastırılan öfkenin de özellikle kanser ve MS gibi bağışıklık sistemi hastalıklarına yakalanma riskini arttırdığının altını çiziyor. Mesela, öfkesini dışa vuran kanser hastalarının daha uzun yaşadığından bahsediyor.
Anlayacağınız içimizdeki keskin sirke küpünü parçalıyor. Öfkemiz en büyük zararı en başta kendimize veriyor. Dışarıya boşaltmak en iyi çözüm yolu olarak görülse de bunu da çevreye, başkalarına zarar verecek bir saldırganlığa, şiddete dönüştürmeden sağlıklı bir şekilde yapabilmek gerekiyor.
Peki, öfkemizi sağlıklı bir şekilde nasıl yönetebiliriz?
Hep konuştuğumuz gibi yine ilk adım tabii ki farkındalığımız. Hangi konulara, durumlara, kimlere, hangi zamanlarda, neden öfkelendiğimizi kendimize sormak sağlıklı bir başlangıç olabilir. Bizi en fazla etkileyen yakın zaman deneyimlerimizden yola çıkarak geçmişe doğru gidebiliriz.
Yanıtlarımız çoğunlukla haksızlığa uğramış, engellenmiş, yetersiz ve/veya değersiz, çaresiz hissettiğimiz olacaktır. Daha önce de bahsettiğim gibi bu tarz kodlanmalar özellikle erken çocukluk dönemimizde bizlere yerleşiyor. Bundan dolayı bizi çoğunlukla rahatsız eden durumların altında yatan hislerimizin farkında olmamız oldukça önemli. Çünkü, bu farkındalık sayesinde hatırlayabildiğimiz kadarıyla ilk kez benzer hisleri hissetmemize neden olan olaylara dönebilme fırsatını yakalayabiliriz. Ana tetikleyici olayı çözümleyebilmemiz hayatımızı gergin bir yay misali yaşamamıza neden olan döngüyü kırmamızda ilk adımımız olabilir.
Kendimizle samimi olarak böyle derinlemesine yapacağımız sohbetlerin başlangıçta bizleri biraz üzüp yorsa da uzun vadede hayatlarımızı çok daha bilinçli ve sağlıklı yaşamamıza imkân tanıdığına inanıyorum. Artan farkındalığımız sayesinde nasıl bir durumla karşılaşırsak karşılaşalım içimizde büyümeye başlayan öfkemizi hissettiğimiz anda onun coşkun enerjisine kapılıp ani, içgüdüsel bir tepki vermeden önce derin derin burnumuzdan alıp ağzımızdan yavaşça vereceğimiz her bir nefesle daha sağlıklı ve sakin düşünme becerimize yeniden kavuşabiliriz. Böylece kayıtlı savunma mekanizmamızı duraklatabiliriz. Ne de olsa artık o çaresiz küçük çocuk olmadığımızı ve biz izin vermediğimiz sürece bizi kontrol edemeyeceğini biliyoruz. O an itibariyle birinin bize “Aptal!” demesi gülüp geçebileceğimiz bir konu haline gelebilir. Çünkü aslında bize yönelik saldırganlık ve hakaret içeren davranışların da o kişilerin kendi çaresizlik duygularının bir dışa vurumu olduğunu anlayabiliriz. Bu sayede, çatışmayı beslemeden hem kendimizi hem de başkalarını kırıp dökmeden kendimizi açık ve olumlu bir dille ifade etme becerisine sahip olabiliriz.
Kendimizi tam olarak ifade etme fırsatı yakalayamadığımız durumlardaysa içimizde sıkışıp kalan öfkemizden arınmanın en sevdiğim yöntemlerinden biri yazmak. Özellikle eğer ortam sakinledikten sonra çatışma yaşadığımız, öfkelendiğimiz kişiyle oturup konuşma imkânımız yoksa ya da bir daha görüşmek istemiyorsak söylemek istediğimiz ne varsa bir kâğıda boşaltabiliriz. İçimizden geldiği gibi, noktasına virgülüne bakmadan duygularımızı, düşüncelerimizi yazmak harika bir rahatlama sağlayabilir. Sonrasında yazdığımız kağıtları yırtıp atmak da bastırılan öfkenin günlerce her anımızı bize zehir eden yükünden özgürleşmemize imkân tanıyabilir.
Yazmaktansa konuşmak bizi daha çok rahatlatan bir davranışsa o zaman da o kişinin karşımızda oturduğunu hayal ederek onunla konuşabiliriz. Yine de kâğıt ve kalemin somatik olarak, yani bedenimizden de yüklendiğimiz stresi boşaltma gücü olduğunu hatırlatmak isterim.
Aynı şekilde öfkemizi daha çok fiziksel olarak dışa vurma eğilimimiz varsa söz konusu kişi yerine yastıkları yumruklamak da somatik rahatlamamızın yanı sıra bir başkasına zarar vermemizin ve sonrasında yaşayacağımız pişmanlık duygumuzun önüne geçebilir.
Biliyorum, bu yazım biraz uzun oldu. Ama gerek bireysel gerekse toplumsal sağlığımızı o kadar fazlasıyla tehdit eden bir konu ki yaz yaz bitmiyor.
Hayat bu… Her an, her türlü şey başa gelebiliyor. Hele ki günümüzün zorlu ve gergin yaşam şartlarında sakin kalabilmek epey zor olabiliyor. Her şeye rağmen, en azından kişisel farkındalığımızı arttırarak bizleri geren, strese sokan toksik kişilerden ve ortamlardan, öfke, kıskançlık, nefret gibi olumsuz duygulardan mümkün olduğunca uzak durmayı tercih edebiliriz. Gün içinde kendimize kısacık bir meditasyonla, doğayla, kedilerle, köpeklerle sevgi ve şefkat duygularımızı yükseltebileceğimiz minik anlar yaratabiliriz.
Yeter ki farkında olalım. Çatışma yerine uzlaşmanın gücüne inanalım ve günün sonunda hepimizin sadece insan olduğunu her daim kendimize hatırlatalım. Yollarımız farklı olsa da aslında hepimiz sevilmek ve kabul görmek istemiyor muyuz?
Comments