İçinde yaşadığımız düalite dünyasında her şeyin bir başı bir de sonu olduğu neredeyse her an farklı şekillerde bizlere hatırlatılır. Gözümüzle görsek de görmesek de sözlü ya da yazılı olsa da olmasa da her şeyin- evren hariç- bir sınırı olduğunu ve dünyevi düzenin sürekliliği için nasıl önem taşıdığını biliriz. Öyle ki ister bir tarla isterse bir ülke sınırının tanınmaması savaş sebebi bile sayılabilir ya da sokakta çıplak dolaşmaya başladığımız an polis tarafından toplum huzurunu bozmaktan dolayı tutuklanabiliriz.
Hatırlarsanız geçen hafta öfkeyle ilgili olan yazımda öfkemizin en temel nedenlerinden birinin hissettiğimiz çaresizlik duygusu olduğundan ve çoğunlukla da makul bir gerekçe olmadan engellendiğimiz, haksızlığa uğradığımız durumlarda ortaya çıktığından bahsetmiştim. Yani aslında sınırlarımızın işgal edildiğini, yok sayıldığını hissettiğimiz anlarda sağlıklı “Hayır” larımız olamadığında yaşadığımız çaresizlik duygusu bizi çıldırtır.
Dr. Henry Cloud ve Dr. John Townsend’in “Boundaries (Sınırlar)” adlı kitaplarında, bir yetişkin olarak sınırlarının farkında olan kişilerin hayatlarında daha fazla kontrol sahibi olduklarını ve haliyle daha az öfkelendiklerini belirtirler. Sınırlarımızın farkında olmamız bize doğru yaklaşan duruma karşı hazırlıklı olmamızı ve başta kendimiz olmak üzere kimseye zarar verici bir hale gelmeden önlem alma imkânı sağlar.
Yazılarımda hep bahsettiğim Dr. Gabor Mate “Vücudunuz Hayır Diyorsa” kitabında, sınırlarımızın en sağlıklı ifadesi olan “Hayır”larımızın eksikliğinin maalesef zaman içinde bedenlerimizde nasıl ölümcül hastalıklara dönüştüğünü yaşanmış hayat hikayeleriyle anlatır. Sağlıklı “Hayır”larımızın olmadığı yerde sağlıklı “Evet”lerimiz de hayata geçme şansı bulamazlar.
Peki, kişisel sınırlarımız nasıl oluşuyor?
Tabii ki her konuda olduğu gibi ana başlangıç noktası çocukluğumuz. Özellikle 2-4 yaş arası çocuklarda bildiğimiz, ebeveynlerin sabır seviyesini test eden o meşhur “Hayır” dönemi sınırlarımızın oluşumunun ilk adımlarıdır. O dönemlerde çocuklar artık benliklerinin, bedenlerinin, neler yapabildiklerinin farkına varmaya ve kendilerini sözlü olarak da ifade etme becerilerini geliştirmeye başlarlar. Böylece canlarının istediği, yapabildikleri ne varsa denerler. O döneme kadar kendi kontrollerinde olmayan pek çok şeyi (tuvalet ihtiyacı gibi) kontrol edebildiklerini, ebeveynlerine karşı bir güçlerinin olduğunu fark ederler. Yetişkinlere göre olur olmaz her şeye direnişleri de bundan dolayıdır.
İşte bu dönemde, yani çocuğun aslında benliğini ortaya koymaya çalıştığı bu süreçte ebeveynlerin davranışları çocuğun yetişkin hayatındaki duruşunu da belirlemeye başlar. Çocuğun “Hayır”larına karşı ne olursa olsun daha sert bir “Hayır”la karşılık veren katı, otoriter ebeveynler farkında olmadan çocuğun yeni gelişmekte olan benliğini yok sayarlar. Mantık dışı ya da mümkün olmayan isteklerinin neden kabul edilemeyeceğini, bunun yerine neler yapabileceğini anlatarak ve karşılanabilinecek taleplerini de imkân dahilinde yerine getirmeye çalışarak çocuğun varlığına duydukları saygıyı göstermek yerine çocuğun arzularının, isteklerinin bu dünyada pek de bir değeri olmadığı mesajını verirler. Aslında sadece kendi ebeveynlerinden öğrendiklerini ve en iyisi olduğuna inandıklarını aynı şekilde çocuklarına uygularlar. Onların da kişisel sınırlarına dair bir özerklikleri yoktur. Kendinde olmayan bir hakkı çocuğuna nasıl tanıyabilir ki!
Maalesef özellikle bizimki gibi ataerkil, kapalı ve bireyselliği hoş karşılamayan toplumlarda genellikle yaşanan durum budur. Sınırlar birbirleriyle iç içedir. “Hayır” demek ayıptır. Öncelikle ailenin, sonra toplumun mutluluğu ve huzuru için yaşanmalıdır. Her ne olursa olsun şartlara uyum sağlanmalı, çıkıntılık yapılmamalıdır. Aksi takdirde kimse bizi sevmez ve onaylamaz. Ne acıdır ki bu şartlanmalarla büyüyen kişiler, hayatlarının ilerleyen yıllarında kişisel farkındalıklarına dair bir uyanış yaşamadıkları sürece aynı döngüyü devam ettirmekteler. Toplumumuzda karşılaştığımız her şeye öfkelenen, saldırgan ya da hiçbir şeye tepki vermeyen, içine kapanmış ya da tüm hayatını başkalarının bakımına adamış kişiler bizlere birbirlerinden farklı gibi gözükseler de genellikle özerkliklerinin ve sınırlarının farkında olmayan benzer acının kurbanlarıdır. “Hayır” kelimesi sözcük dağarcıklarında örümcek ağları arasında kaybolmuştur.
Öyle ki böyle kişiler mesela her akşam aileyle yenen keyifli bir yemeğin tam ortasında, hiç de acelesi olmayan bir iş bahanesiyle can sıkıntısından arayan patronun telefonuna “Hayır” diyememenin acısıyla hem kendinin hem de ailesinin yemeğini boğazına dizebilirler. Ya da olur olmaz saatlerde çat kapı gelen komşuya “Hayır” diyememenin iç sıkıntısıyla önemli bir iş görüşmesinin olduğu güne uykusuz ve gergin başlayabilirler. Haliyle zaman içinde stresten denip normalleştirilen, ilaçlarla geçiştirilmeye çalışılan ama asla tam anlamıyla iyileşme sağlanamayan migren, mide ülseri, panik atak gibi pek çok hastalıkla da yaşamak zorunda kalabilirler. Dr. Gabor Mate, özerk benlik hissi oluşturamamış, çok ciddi sınır ihlalleri yaşayan kişilerin hastalık açısından ne kadar büyük risk altında olduğunu sürekli altını çizerek anlatmaktadır.
Peki, sağlığımızı kaybetmeden kişisel sınırlarımızı nasıl oluşturabiliriz ve koruyabiliriz?
Tabii ki yine başlangıç noktamız kişisel farkındalığımız…
Öncelikle çocukluğumuza yapacağımız minik bir yolculuk sırf sevilmek ve kabul görmek adına vazgeçtiğimiz ilk “Hayır”larımızı fark etmemize yardımcı olabilir. Ne de olsa hayatlarımızın sonraki yıllarında o dönemlerden edindiğimiz deneyimlerle yaşamdaki duruşumuzu şekillendiriyoruz. Geçmişe yapacağımız bu minik yolculuk yetişkin hayatımızdaki davranış örgülerimizi anlamlandırmamız açısından bize epey yardımcı olabilir.
Devamında yakın zamanlarda canımızı sıkan, bizleri zor durumlarda bırakan, mutsuz eden “Evet”lerimizin, sessiz kabullenişlerimizle imzaladığımız sessiz anlaşmalarımızın üzerine düşünebiliriz. Hangi durumlarda, kimlere karşı “Hayır” diyemiyoruz, sesimizi çıkartamıyoruz? Devamında kendimizden nasıl ödünler vermek zorunda kalıyoruz? Neden kendimizi “Evet” demek zorunda hissediyoruz?
Genellikle insanların bizleri sevmekten vazgeçeceğini, onaylamayacağını, o ilişkilerde sahip olduğumuz ayrıcalıkları ve güzellikleri kaybedeceğimizi düşünerek “Hayır”larımızı içimize gömeriz. Oysa, birini gerçekten sevmek demek onu olduğu haliyle, sınırlarıyla da kabullenip sevebilmektir. Sırf birinin huyuna gittiğimiz ve onun her istediğini kabul edip yerine getirdiğimiz için sevilmenin, kabul görmenin gerçek sevgiyle uzaktan yakından alakası yoktur. İster duygusal ister iş ilişkisi olsun kimliğimizi, sınırlarımızı ortaya koyarak ve sonuçlarını ne olursa olsun olgunlukla kabullenmek bizlere hayatlarımızın ilerleyen zamanlarında daha hayırlı imkanlarla karşılaşma fırsatını da sunacaktır.
Bu içsel yolculuğumuzun devamında, aşağıdaki sorular gibi sorulara yanıt verdiğimiz, kişisel sınırlarımızı belirleyeceğimiz bir liste yapmak hayatımızın geri kalanını kendimizle daha barışık, daha huzurlu ve sağlıklı geçirmemiz için atacağımız harika bir adım olabilir.
- Hangi durumlar ve davranışlar beni rahatsız ediyor/ memnun ediyor?
- Hayatımda benim için önemli ve anlamlı olan şeyler neler?
- Kendim için nasıl bir hayat arzuluyorum?
- Yürekten “Evet”lerim ve “Hayır”larım neler?
Kendimizin olumlu, olumsuz yanlarının farkında olmamız, kendimizi yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımızla kabullenmemiz, özetle öncelikle kendimizi şartsız koşulsuz sevebilmemiz, hayatlarımızda açık yüreklilikle cesur bir şekilde, gerçek kendimiz olarak durabilmemizin en önemli adımları olacaktır.
Her zaman hatırlayalım ki samimiyetle kendimizi kabullenişimiz karşımızdaki kişileri de aynı içtenlikle kabullenmemize yardımcı olur. Kendi sınırlarımızın bilincinde olmamız karşımızdaki kişilerin de sınırlarına saygı gösterebilmemizi sağlar. O hep arzuladığımız sevgi, şefkat, şifa ve güven dolu dünyayı yaratmaya kendimizle başlayabiliriz.
Minik bir hatırlatma:
Konu kişisel sınırlarımız olduğunda, sorunun kaynağı her zaman gönülsüz “Evet”lerimiz olmayabilir. Bazı anlarda bizi rahatsız eden durumlar, davranışlar karşısındaki sessizliğimiz de karşı taraf tarafından onay olarak algılanabilir ve hiç farkında olmadan sessiz anlaşmalara imza atabiliriz. Belli bir düzende maruz kaldığımız bu tarz davranışlar ve durumlar bir şey söyleyememenin birikimiyle bir süre sonra bizleri öfkelendirmeye başlayabilir. Hiç beklenmedik bir anda patlamamıza sebep olabilir. Bunu önlemenin en olumlu yolu hissettiğimiz rahatsızlığı anında dile getirmemiz olacaktır.
Comentários