Öncelikle Zeytin Ağacı gibi cesur bir senaryoyu yaratan Nuran Evşen Şit’e ve tabii ki tüm prodüksiyon ekibine teşekkür etmek istiyorum. Karakterler ve kurgu böylesine hassas bir konuyu en zarif şekilde işlemek üzere gerçekten büyük bir özenle oluşturulmuş. Zamanlama da ayrıca harika. Bizimki gibi travmanın neredeyse artık göbek adımız olduğu bir ülkede iyi ve sağlıklı bir yaşamın umuduna nasıl da ihtiyaç varmış.
Umut zaten her derde deva değil midir!
İtiraf etmeliyim ki Zeytin Ağacı, uzun yıllardır üzerinde çalıştığım bütünsel şifa konusunda bir kitap yazma hazırlıklarında olduğum bu dönemde bana da harika bir umut oldu. İnsanların endişelerini, çözüm arayışlarını, meraklarını daha yakından gözlemliyorum. Dilerim kitabımda daha geniş bir perspektiften ele almayı planladığım iyi ve sağlıklı bir yaşamın mümkün olduğunu hayal ettiğim şekilde anlatmayı becerebilirim.
Konu oldukça derin ve bir o kadar da hassas. Sadece bir yerden ele almak asla kalıcı çözümü sağlamıyor maalesef. Zaten bu sebepten dolayıdır ki etrafımızda senelerdir yoga, meditasyon, nefes çalışmaları, Bach çiçekleri, akupunktur, terapi, aile dizimi gibi çok çeşitli şifa yöntemlerinin yanı sıra psikiyatrik ve diğer ilaç tedavilerini deneyimleyip de hala gerek psikolojik gerekse fiziksel rahatsızlıklarına çözüm bulamayan pek çok insan var. Hastalıklarımız kronikleşmiş durumda. Kanser bir gidiyor bir geri geliyor. Kalbimiz, tansiyonumuz isyanlarda…
Bu çaresizliğe bir çözüm arayışını yaşam amacı edinmiş, Amerika ve Avrupa’da kendi alanlarında uzmanlıkları dünya çapında kabul görmüş pek çok bilim insanı da son yıllarda insan sağlığının bütünsel bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini savunuyor.
Kök hücre ve epigenetik biliminin öncülerinden olan Dr. Bruce Lipton, günümüz modern tıbbının insanın özünde enerji olduğunu unuttuğunu söylüyor. Rahatsızlıkların ve hastalıkların, kökte yatan duygusal ve enerjisel sebepler bulunmadan sadece fiziksel olarak ele alınmasının asla gerçek anlamda bir iyileşme sağlamayacağını uzun yıllardır yaptığı çalışmalarla da destekliyor. Genlerimizin kaderimiz olmadığını, yaşadığımız rahatsızlık ve hastalıkların sadece %5’nin genetik yatkınlık sebebiyle olduğunu, ancak esas sorunun epigenetik yani gen üstü, çevresel faktörlerden kaynaklandığının altını çiziyor.
Nedir bu çevresel faktörler; ana rahmine düştüğümüz an itibariyle, özellikle erken çocukluk döneminde yaşadığımız travmalar, ailemizle, hayatımızdaki insanlarla ve kendimizle olan duygusal iletişimimiz, stres, yaşadığımız çevre, soluduğumuz hava, yediğimiz besinler …
Dr. Joan Borysenko tam da bu sebepten dolayı aynı genetik özelliklere sahip iki kişiden biri hastalanırken diğerinin gayet sağlıklı bir hayat yaşayabildiğini ya da ikisi de hastaysa birinin iyileşebildiğini diğerinin ise iyileşemediğini anlatıyor. Özetle, gen faaliyetlerini kontrol eden çevresel yani epigenetik etmenleri en iyi şekilde kullanan kişinin sağlığını koruduğunu belirtiyor.
Anlaşılan o ki rahatsızlıklarımızda ve hastalıklarımızda genetik kaderimizin rolü sanıldığı gibi o kadar da yüksek değil. Travma ve somatik tedavinin öncü ismi olan Dr. Peter Levine bu konuya daha da derin bir bakış açısı katıyor ve sinir sistemimize, bedenimize yerleşen, rahatsızlık ve hastalıklarımızın oluşumuna katkı sağlayan travma izlerinde daha biz dünyaya gelmeden önce atalarımızın yaşadığı travmaların da etkisini taşıdığımızı söylüyor. Bu sebepten dolayı hastalara uygulanacak klasik her hangi bir teşhis ve tedavi öncesi hastanın hikayesinin dinlenilmesinin, gerekiyorsa aile geçmişine bakılmasının önemini vurguluyor. Dr. Deepak Chopra da bu durumu çok güzel özetliyor ve genlerimizi aslında yaşamımızın başlangıcına kadar giden, ebeveynlerimizin ve atalarımızın deneyim deposu olarak tanımlıyor.
Görünürde fiziksel olarak yaşanan rahatsızlık ve hastalıkların ana sebebine inebilmek adına, psikolojik terapiye ek olarak aile dizimi çalışması da bütünsel iyileşmeye inanan tüm bilim insanları tarafından kabul edilen bir yöntem artık. Bu konuda yapılmış pek çok araştırma da mevcut. Dr. Ameet Aggarwal, tüm bu psikolojik çözümleme süreçlerine ek olarak homeopati, Bach çiçekleri terapilerinin ve kişiye özel beslenmenin de kalıcı iyileşme üzerinde ne kadar etkili olduğunu çalışmalarında anlatıyor.
Tüm bu bilim insanlarının hem fikir olduğu bir başka konu da, bedenlerimizin kendini iyileştirme konusunda muhteşem bir sisteme sahip olduğu ve Yoga, Qi Gong, Tai Chi, Akupunktur, Ayurveda, Meditasyon, 5 Element Terapisi gibi binlerce yıllık Çin ve Hint tıbbının kullandığı şifa yöntemlerinin, inancımızın, düşüncemizin bu sistemin kalıcı sağlığı yaratmasına olan güçlü etkileri.
Ne hastalıkların ne de ilaçların kader mahkumu değiliz. Kendimizle, özümüzle, bedenimizle ve geçmişimizle ilgili farkındalığımız arttıkça, neyi neden yaşadığımızı, neyin neden bizi mutlu ettiğini ya da üzdüğünü anladıkça daha sağlıklı ve kaliteli bir hayat yaşamamız mümkün. Yeter ki umudumuz olsun. Hatta yanında biraz da rakı, balık, Ayvalık da olsun 🙂
Sevgiyle…
Not: Bu arada mucizevi iyileşme hikayelerine inanmakta zorlananlar için Anita Moorjani’nin kanserden hayata dönüş hikayesini dinlemelerini tavsiye ederim.
#hinttıbbı #akupunktur #mucize #bachçiçekleri #peterlevine #epigenetik #ailedizimi #AnitaMoorjani #deepakchopra #zeytinağacı #netflix #kişiselfarkındalık #bütünselşifa #qigong #çintıbbı #ayurveda #joanborysenko #nuranevşenşit #brucelipton #meditasyon #taichi #5element #homeopati #ameetaggarwal #kanser #Ayvalık
Comments